“Dil Oyunları Teorisi Perspektifinde Kur’ân-ı Kerîm’e Yaklaşma Denemesi”
Ergin Ögcem
Özet
Batı’da özellikle Aydınlanma sonrası aklı ve dolayısıyla insanı merkeze alan bir anlayış güçlenmeye başlarken, Tanrı’yı merkeze alan dini referanslar büyük ölçüde güç kaybetmiştir. Buna bağlı olarak kullanılan dil nelerden söz ettiğinden daha ziyade, akli ve bilimsel referanslara ne kadar uygun olup olmadığı bakımından ele alınmaya başlamıştır. Kaygının bu noktaya odaklanması ile birlikte din, me-tafizik, ahlak gibi soyut ifadelere sahip söylem biçimleri toplum üzerindeki ağırlığını ve etkinliğini kaybetme sürecine girmiştir. Başta dini referanslar olmak üzere, metafizik ve ahlak gibi alanlarda kullanılan dile en güçlü ve sarsıcı eleştiriler yirminci yüz yılın başlarında Mantıkçı Pozitivistler tarafından yöneltilmiştir. Viyana Çev-resi olarak da bilinen bu yapının üyelerinin büyük çoğunluğu bilim adamlarından oluşuyordu. Ana gayeleri bilimde olduğu gibi, dil konusunda da kesin ve net bir söylem geliştirmekti. Böylece onlar mantığın ve matematiğin yöntemini din, ahlak ve metafiziğe ait ifadelere uygulamak suretiyle onla-rın doğruluğunu test edeceklerini; doğrulayamadıkları ifadeleri değerlendirme dışı bırakarak bu alanların dilini şüphe ve belirsizlikten kurtarmış olacaklarını savlamışlardı. Mantıkçı Pozitivist Çevre’nin dil konusundaki ilham kaynağı aslında Wittgenstein’in felsefesinin birinci dönemi olmuştur. Çünkü bu döneminde Wittgenstein, dil ile gerçeklik arasında mutlak bir uyum olduğunu, tüm dünyayı mantığın sınırlarına oturttuğunu ve dünyayı da dilin sınırları ile mahdut bir alan olarak gördüğünü ifade ediyordu. Ona göre dil gerçekliğin bir tasarımı idi. Biz bir ifadeyi anladığımızda, onun ortaya koymuş olduğu olgu durumunu da bilmiş oluyorduk. Bu nok-tada ayrıca bir açıklamaya gerek yoktu. Wittgenstein aşırı derecede kısıtlayıcı olan bu yaklaşımın kendi içerisinde bir kısırdöngüye sebep olduğunu fark etmiş ve bu düşüncesini terk etmiştir. Fel-sefesinin ikinci dönemini oluşturan bu safhada artık dil ile gerçeklik arasında bir uyum olduğunu veya olması gerektiğini düşünmüyordu. Zira ona göre bundan böyle dilin sadece tek bir oyunu oynamak, yalnız olguları resmetmek gibi bir görevi olduğunu savunmak yanlıştı. Savunulması ge-reken şey, dilin anlamının kullanımına bağlı olduğu, dilden kastedilen şeyin yaşam biçimlerine göre şekil almış dil oyunları kümeleri olduğu ve bu dil oyunları kümelerinin de uzlaşıma dayalı bir özelliğinin bulunduğu gibi hususlardı.Bu çalışma genel anlamda dine, özelde ise Kur’an-ı Kerim’e ait ifadelerin bütünüyle olmasa da kısmen dil oyunları teoremi çerçevesinde ele alınabileceğini savlamaktadır. Zira dinler evrensellik iddiasında olsalar da neticede belli bir zaman ve coğrafyada, belli bir dil ve kültüre sahip olan bir millete gelmiş-tir. Dolayısıyla geldiği milletin dilinden, kültüründen ve anlayışından mutlaka istifade etmiştir. Kaldı kibelli bir kültürel arka plana sahip bir millete gelen ifadelerin, onların bütünüyle yabancı olabileceği bir dili, referans ve örnekleri kullanmış olması düşünülemezdi. Dolayısıyla dinler bu bakımdan gel-dikleri toplumun tedavülde olan dilinin imkânlarındanistifade etmiştir. Bu, Kur’an-ı Kerim için de geçerli olan bir durumdur. Zira o da kendilerine gelmiş olduğu toplumun kullandığı dilin imkânlarını kullanmış, o dönem insanının anlayabileceği örnekler üzerinden mesajını iletmiş ve yine dönem in-sanının beklenti ve çekincelerine uygun düşecek teşvik ve tehditleri gündeme taşımıştır. Kur’an’da olduğu üzere her ne kadar dinler geldikleri dönemin referanslarına müracaat etmiş, o böl-genin anlayışını dilinin nesnesi yaparak mesajını iletmeye çalışmış olsa da bütün bir din dilinin o dö-neme ait bir dil oyunu olduğunu söylemek doğru değildir. Zira dinlerin mesajını iletirken taşıdıkları en temel kaygı anlaşılmaktır. Ve hemen her dilin mümkün olduğu kadar farklı zaman ve insan toplu-luklarına hitap etmek gibi bir gayesi vardır. Dolayısıyla dinler yereli olduğu gibi, evrensel anlamda herkesin anlayacağı, benimseyip uygulayabileceği prensipleri içeren, insanlığın ortak değerleri ola-cak referansları da kullanmıştır. Aksini düşünmek dini belli bir zamanın toplumunu muhatap almak suretiyle o toplumun problemlerini çözmek üzere gelmiş, sonrasında da işlevselliğini kaybetmiş bir ifade biçimi olarak anlaşılmasına sebep olacaktır ki, hiçbir din böyle bir yaklaşımı kabul etmez. Kaldı ki yaşamakta olan dinler de bunun bir kanıtıdır. Dolayısıyla, Hristiyanlık geldiği toprakların sınırları içerisine hapsolmadığı gibi, sadece Aramice konuşanların dini olarak da kalmamıştır. Aynı şekilde İs-lam da yalnız Arapça konuşan bir milletin dini değildir. Bugün itibariyle İslam geldiği sınırlarınçok ötesine taşmış, çok farklı dil gruplarına üye milletlerin inancını belirleyen beynelmilel bir din olmuş-tur. İstisnai bir durumu olmasına rağmen Yahudilik için de bunu söylemek olanaklıdır. Bu yönüyle bakıldığında Wittgenstein’ın dil oyunları çerçevesinde ileri sürmüş olduğu, her dilin bir cemaate özgü, bütünüyle içe kapanık, başkalarının tecrübesine açık olmayan kapalı bir dil olduğu yönündeki yaklaşımı tutarsızdır. Evet dillerin bir yönüyle böyle bir özgünlüğü vardır, ancak bu başka hiç kimse tarafından anlaşılamayacak derecede dışa kapalı bir özgünlük değildir. Öyle olsaydı yaşayan farklı nesiller arasında ve bir neslin kendi geçmişiyle irtibatından söz etmek mümkün olmazdı.
Anahtar Kelimeler:Din Felsefesi, Kur’ân, Dil Oyunları, Anlam, Bağlam
Detaylar
Dil: Turkish - Tür: Araştırma - Sayfalar Sayısı: 107-128 - Tarih: 2020 - Ülke: TR